Sayfalar

23 Aralık 2014 Salı

Araştırmacı Kişilikler

Hangi yaş gruplarına ne öğretileceği konusunda hararetli tartışmalar furyası sürerliliğini kaybetmezken, asıl önem arz eden mesele eğitim konusunda eleştirilerimizin bakış açısıdır. Zorunlu dersler ve seçmeli derslerin neler olacağı, müfredatın neler içermesi gerektiği ana sınıfından üniversitelere kadar birçok kurumda gündemi oluşturur. Eleştiriler, öneriler hep yenilikler üzerinden konuşulur, sunulur. Ancak bu kadar konuşup bu kadar değişikliğe uğrayan eğitim sistemine rağmen halen olumlu bir adım atılmış değil, aksine eğitim gün geçtikçe gelecek hakkında korkutan boyutlarda bir tablo oluşturuyor.
Bir insanın her şeyi mükemmel düzeyde bilemeyeceği düşüncesinden yola çıkıp ne öğretileceği değil, nasıl öğreneceklerini öğretme hususunda düşünüp çalışsak daha doyurucu ve verimli sonuçlara ulaşabiliriz diye düşünüyorum. Çocuklara ve gençlere en faydalı bilgiyi (kendi bakış açımıza göre) sunmaya çalışmak yerine onlara beyin süzgecinden faydalı bilgiyi nasıl süzeceklerini öğretmemiz doğru ve faydalı bilgiye ulaşmalarında meşale olabilecek bir meziyettir.
Nitekim bu konuda yaptığımız hataların olumsuz sonuçlarını görüp yaşıyoruz. Gençlere ilmihal araştırma kültürü kazandırılamaması, lisans düzeyindeki öğrencilerin henüz literatür taramasının nasıl yapılacağı konusunda net bilgiye sahip olamaması, bireylerin hayatta yaşadıkları/gördükleri deneyimlerin perde arkasındaki bilgi hüzmesini görememesi bu konuda eksik kaldığımızın ispatıdır.
Bir başka hatalı nokta ise tüm gençlerimizi bir havuza atıp "önce çıkan kazansın" mantığıyla davranan hatalı eğitim sistemi ve bakış açısıdır. Nice dahilerin farklı alanlarda başarılı olamayışları dahilikleirinden bir şey kaybettirmez. Her bireyin farklı olduğunu öğretir.
Tüm disiplinler tüm öğrenciler içindir demek yanlış olur. Kimileri kendini sporda, kimileri sanatta, kimileri mühendislikte, kimileri edebi metinlerde büyük başarılara imza atabilirler. Bu bir gencin ömrünün önemli bir evresini her şeyi öğrenmek için harcaması demektir ve gencin bir konuda profesyonel olarak eğitim almasının önünde engeldir.
Zihinlerin algılamaya uygulamaya ve öğrenmeye en açık olduğu süreçte gerekli gereksiz tüm bilgileri öğrencilere yığmak beyin katliamı olarak nitelendirilebilir. Öğrencilere ne öğreteceğimiz konusunda bu kadar tartışacağımıza onlara yetişkin gibi düşünebilmenin yolunu açsak, neyi nasıl öğrenecekleri hakkında rehberlik yapsak hayatları boyunca kullanacakları önemli bir meziyeti kazandırmış oluruz.
Elbette eğitim sistemini bir blog yazısıyla değiştirmek mümkün değil (keşke bu değişim kolayca  mümkün olabilseydi). Ancak yine de bazı ufak girişimler geleceğin yetişkinlerinin daha bilinçli olması adına önem arz eder. Bu noktada öğretmenlerin ezberci değil, anlamaya dayalı bir öğretim metodu uygulaması milyon taşı niteliğindedir. Bir matematik formülünü ezberlemektense, matematiğin hayatın neresinde ne kadar kullanmalıyız yahut fizikte kimyada formüller ezberletilmesindense hayatımızın neresinde pozitif bilimlerden yararlanabilirizi düşünebilmeleri öğrencilerin bu farkındalığa ulaşabilmeleri için önemlidir.
Aileler de çocuklarını yetiştirirken bu değerlere dikkat etmeleri çocukluk yaşlarından itibaren bireylerin araştırmacı kişiliklerini geliştirmelerinde pekiştirici bir unsur olur. Bu noktada önemli olan ebeveynin bilgili olmasıdır. Gençle /çocukla birlikte yemek yaparken suyun kaynamasını, ısı ve sıcaklık kavramlarını , tariflere bakarken oran orantıyı, evde yapılacak tadilat işlerinde basit makinaları, gündemi takip ederken sosyolojiyi , psikolojiyi işaret eden yetişkinler doğru, faydalı, kalıcı bilgileri ve soru işaretlerini beyinlere nakşedebilir. Böylece düşünmeyi , bilgiyi kullanmayı, cevap bulamadığında sormayı, okudukça çelişen bilgilerden dolayı araştırmayı, araştırıp öğrenmeyi yaşam biçimi edinebilir.
Amacımız çok şey bilen değil, faydalı ve doğru bilgiye kolayca ulaşmayı becerebilen kişiler yetiştirmektir. Bu sayede yaşamının önemli kısmında bilgi hamalı olmak yerine kendini yetişirmiş, kişisel farkındalığa ulaşmış ve hayatının geri kalanında verim alınabilir nitelikte bilgiler üretebilen, beynini en iyi şekilde kullanabilen kişilere ulaşmak olasıdır.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Dur kaçma diyemediğimiz ÇOCUKlar!...

Çocukların özgür yetişmesini yanlış yorumlayarak gençlerin belli bir yaştan itibaren ayrı yaşamasını benimseyen batı kültürünün etkisini doğu toplumlarında göstermiş olması bu durum hakkında bizi düşünmeye sevk etmekle birlikte düşünmek için geç kaldığımızın üzücü emaresidir. Batı kültürü, bireysel yaşama kültürünü benimseyip aile fertleri ile yavaş yavaş kopan ilişkilerin toparlanması ile uğraşırken, aile fertlerine bağlı değil bağımlı olmayı benimseyen doğu kültürü ise iletişimin kopmaması için geleneklerine bağlı kalmayı tercih etmektedir.
Kültürlerin bakış açıları farklı olsa da sonuçta çözümlenmesi gereken bir iletişim sorunu vardır. Çözümü kritik yaşlarda çocuklar ile olan iletişimde saklıdır. Evi terk eden gençlerin sorunlarının temeline inmek ve sorunu bertaraf etmek için iki önemli süreci doğru bir şekilde tamamlamak gerekmektedir. Bu iki süreçten biri ergenlik ile genç yetişkinlik yaşlarını kapsayan süreç, diğeri ise bebeklik sürecidir.
Aileleri ile doğru iletişim kurmuş gençlere bakıldığında bu bireyler genellikle bebeklik süreçlerinde aileleri ile güvenli bağlanmayı gerçekleştirmişlerdir. Ebeveynler sevgisini göstermiş ve çocuk sevgi duygusunu öğrenmiş, aile içi sevginin varlığına bilinçaltı düzeyinde inanmışlardır. Bu atmosfer aile içi iletişimin kalitesini arttırmakla birlikte çocukluk yıllarında aile ile bilgi paylaşımı, birlikte hareket etme gibi noktalarda daha uzlaşmacı olacaklardır. Güvenli bağlanmanın kişide bıraktığı olumlu izlerden bu sadece biridir.
Gençlik dönemlerinde aile ile iletişimin kopmasında etkili faktörler ise aile ile genç arasında verimli bir iletişimin kurulamamış olmasıdır. Bu noktada aile içi kopuk ilişkinin varlığı, ergenlik dönemi niteliği olarak arkadaşlarla vakit geçirmenin tercih edilmesi ilişkilerin yıpranmasını hızlandırmaktadır.
Yeterli sevgi ve anlayış ortamında yaşayan bireyler bulundukları ortamı terk etmek istemezler. Bu nedenle yuva atmosferinde doygunluğu yaşadığımız ve yaşattığımız değerlerimizin neler olduğunu irdelemeliyiz. Adaletle iş bölümü yapılan, aile üyelerinde çalışkanlığın erdem sayıldığı, kişisel hakların ve sınırların olmasının yanında aktif paylaşım ortamının olduğu aile ortamları, koşulsuz kabulu benimsemiş ebeveynler güven sağlar. Güven ortamı gençlerde ait olma, yardımlaşma, paylaşma duygularını isteklice körükleyebilir.
Aslında "çocuğum evden kaçmasın" ya da "çocuğum her yaşta bana her şeyi anlatsın" anlayışı deprofesyonel bir yaklaşımdır. Bunun yerine çocukların farklı yaşlarda farklı noktalarda paylaşımda bulunduklarının bilincinde olan ebeveynler çocuklarıyla daha aktif bir ilişki içine girebilirler. Ayrıca tüm bu endişelerden sıyrılıp gençler için daha verimli, tüm bireyler için daha huzurlu ortamın sağlanması ve kazanılması istenen değerlerin nasıl elde edileceği hakkında bir bilince sahip olmak en kolay yoldan endişeleri ortadan kaldıracaktır.

4 Ekim 2014 Cumartesi

Kuşak Çatışmasından Kültür Çatışmasına

Zaman ve gelişen dünyada değişen standartlar, üzerinde oldukça durduğumuz kuşak çatışması sorunlarını derinleştirirken geniş perspektifle bakıldığında kültür çatışmasının aynı coğrafyadaki akranlar arasında dahi yaşandığı oldukça açıktır. Seküler düşünceyle bireyselleşen ve sadece kendileri için çabalayan bir gençliğin yoğunlaşmasının yanında geleneklerine çok bağlı büyük bir kitlenin varlığı da yadsınamaz. Bu iki farklı bakış açısını tek bir noktada toplamak hayli zor olmasına rağmen, farklılığın derinleşmesine engel olmak için adım atılabilir.
Duygudaşlığını yitiren bir toplumun bireyleri yalnızlaştırmasından dolayı artan şikayetlerimiz bir yana geleneksellikten uzaklaşan bireyler yoğun yaşanan örf ve adetlerin yoruculuğu yerine kendilerini (daha iyi bir toplum, daha kaliteli bir birey için) geliştirmektedirler. Bu  anti gelenekselci bireylerin büyük kısmında var olan bir eksik davranıştır. Örnek vermek istersek misafire yapılan hürmet, hazırlık çeşitli yoruculuğu ile birlikte bireylerin kendilerini geliştirmesine (kitap okuma, seminere katılma vb. ) engel olmaktadır.
Bu düşüncenin zıttını konuşmak istediğimizde kimliğimizde bizi var eden, özümüz olan etkisiyle tedavi edici özellikteki kimi geleneklerimizde yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu sebeple bu geleneklerin tamamen ortadan kalkması da farklı sorunları beraberinde getirir. Haliyle geleneklerin yok olduğu bir bakış açısı da tamamen gelenekselcilik de hızlı bir ilerlemenin önünde engeldir.
Hem geleneksel düşüncenin pozitif niteliklerini ele alıp hem de geleneksel olmanın oluşturduğu engelleri aşmak, yine sorgulamadan geçmektedir. Kişiler eğer var olan geleneklerin nedenlerini amaçlarını sorgulayıp bunları günümüze taşıyabilirlerse kültür çatışmasını değil, kültür uyumunu yaşayabilirler. Bunu gelen misafire hürmet etmek örneği ile açıklayabiliriz. Eğer bir kişi sırf var olan çalışmalarını engellememesi için misafirden kaçmaya başlarsa kültürdeki iletişim, sosyalleşme, misafirperverlik, yardımlaşma, paylaşma gibi kavramlar zamanla toplum içinde yok olmaya başlamaktadır. Ancak aksine misafir ev sahibinin hürmetinde kusur aramaya çalışırsa, birlikte yapıp birlikte yeme anlayışına sahip olmazsa ev sahibi tekrar misafir alma konusunda ince eleyip sık dokur. Çoğu kopuk ilişkilerin temelinde bu vardır. Çalışan bayanın ülkemizde çok fazla kabul görmeyişi, kadından beklenenlerin şehir yaşantısıyla uyumsuzluğu, derslerine çalışması gereken öğrencilerin misafir yanında oturmasının beklenmesi gibi tabu davranışlar iletişim engelleri olarak sayılabilir.
Bana göre çözüm olarak geleneklerimizdeki ruhu kaybetmeyeceğimiz değişiklikler yapsak daha pozitif yaşama adım atabiliriz.
Gelin kaynana ilişkisinde de benzer durumla karşılaşıyoruz. Yeni gelin eşyalarını seçerken aile olarak alışverişe çıkmanın sorun olduğu günümüzde eski zamanlarda neden bu şekilde uygulama yapıldığı sorgulanmıyor. Halbuki eskiden birlikte yaşanırdı ve eşya seçimini yapamayacak kadar küçük yaşta evlenilirdi. Şuan çiftlerin yaşları gözetilip büyüklerin bu farkı algılayıp daha geri planda durması, gençlerin ise henüz tecrübe etmedikleri ve danışmaları gereken noktalarda büyüklerinden fikir alması aradaki iletişimin kopmadan sağlıklı düzeyde ilerlemesi anlamına gelmektedir. Bu pozitif yaşama adım atılması için önemli nokta olmakla birlikte doğacak çocukların yaşam atmosferi için kritiktir. Kendi içinde çatışma yaşayan aileler bunu ister istemez çocuklarına da yansıtmaktadır.
Genel çerçevede bu açıklananları değerlendirirsek toplumda bizi var eden kültürün izlerini olduğu gibi takip etmeyi değil, kültürü gelecek nesillerin refahı için mantık çerçevesinde şekillendirmek gereklidir. Bunun için değerleri olduğu gibi kabullenmek değil, sorgulamak ve anlamak fiillerinin icrasına ihtiyacımız vardır. Ancak bu şekilde daha doğru yöntemlerle yol alabiliriz. Kültürün en güzel yaşatıldığı nice bayramlar görmek temennisiyle, mutlu bayramlar...

15 Eylül 2014 Pazartesi

Okul Korkusu -Öğretmenlere hitaben-



Hakimiyetin zor oluğu kalabalık sınıflarda daha sık rastladığımız öğretmenin otoriter olmak adına korkutucu olmasını değerlendirmek oldukça zordur. Sevgi ile daha kolay öğretileceğini, kaygı miktarının artışıyla öğrenmenin engellenişinden biliyoruz. Ancak uygulamada sevgi her zaman düzen sağlamıyor. Hal böyle olunca birçok öğretmen öğrencilerini korkutarak disiplini sağlamaya çalışıyor.Ancak bunun uzun vadede başarıya engel olacağını bilmek gerekir.

Aslında hedeflenen yüksek başarıdır. Yüksek başarı ise düşük miktardaki kaygı ile pekişiyorken, öğrencileri motive etmeyi değil, onları hizaya sokmayı amaçlıyor gibi davranıyoruz. Sonuçta ise başarılı öğretmen olup olmadığımız tartışılır oluyor. Zaten başarıya çevre şartları ile kitlenmiş öğrencileri bir kez de biz pekiştirdiğimizde yollarına devam ederken, diğer öğrenciler hatrı sayılır bir ilerleme gösteremez, akademik başarısı düşük olarak nitelendirilir ve bunun üzeri "hayat başarısı yüksek" nitelendirilmesi ile örtülür. Bu noktada "öğrenciyi okuldan soğutan nedir?", "okuldan soğumuş öğrencinin ilgisi nasıl kazanılır?" gibi sorulara cevap bulmak daha isabetli olacaktır.

Okul henüz açılmışken öğretmenlere farklı bir ufuk olması açısından bu yazıyı kaleme alırken -umarım faydalı olabilirim- öğretmenlere tavsiyem özellikle kalabalık sınıflarda hakimiyet kurmaları adına savaşmak yerine farklılıklar oluşturmalarıdır. Hoş tabularımızın her gün daha da kök saldığı, ufkumuzu daraltma adına üç öğün önümüze sunulan bunca mesele arasında yaratıcılığımızı yeşertmek, üstüne üstlük bu yaratıcılığı sınıf içinde, dar alanlı müfredatla uygulamak hayli zordur, bilirim ancak bir mesleğin "kutsal" olabilmesi de bu maharetlerde gizlidir.

Önümüzdeki haftalar öğrencilerin öğretmenlerini sık sık test ettiği ve sabır sınayan davranışlarla dolu olacak ve öğrencilerin sınavları başlamadan öğretmenler sınav verecektir. Bu durumun üstesinden gelmek için eğitimcilerin sınıf içinde öğrencilerin yapmaktan hoşlandıkları, müfredata uygun, eğitici nitelikte çalışmalar yapmak daha yararlı olacaktır. Matematik de kesirler için şemalar, bölünmüş renkli kutular; fen bilgisi için maket ya da örnek olabilecek gerçek modeller, resim dersinde serbest el çalışmaları, Türkçe derslerinde hikaye yazma, bunu mini piyes niteliğinde canlandırma gibi etkinlikler öğrencilerin hoşlarına gidebilir. Her sınıfın farklı etkinliklerden hoşlanmasının olası olabileceğinden öğretmenin hangi etkinliği daha çok uygulayacağına da sınıfıyla birlikte karar vermesi daha uygun olur. Öğretmenlerin bu gibi çalışmaları -ne yazık ki yetersiz- ders zamanları içinde ara ara vermesi makuldür  Elbette ders içinde şart koşarak ders sonu eğitici eğlenceli çalışmalar yapmak yerinde bir davranış olabilir. Ancak bu öğrenci de ders içi çalışmaların bitmesi gereken sıkıcı dakikalar olarak algılanmasına neden olur. Bu sebeple yapılması gereken o ders saati içinde öğretmenle geçirilen sürenin genel olarak istenilen olarak algılanmasıdır. Bu perspektifle bakan öğrenci, ders içinde hoşlanmadığı süreci dahi katlanılabilir olarak algılar ve derse karşı ön yargısı oluşmaz ya da öğretmenin algıyı değiştirmesi için yeterli zaman olabilecek kadar uzun sürede oluşur.

Öğrenciyi derse sevdirecek de öğrencinin okuldan soğumasına sebep olacak da öğretmendir. Artık ipler benim elimde diye düşünen öğretmen yanılır. Öğretmen, gelişim ömür boyu devam eder anlayışında olup, eğer emek vermeye gönül verildi ise ömür boyu öğrencileriyle birlikte kendini de yenilemelidir. Ancak bu şekilde geniş pencereden bakan rehberlerle, geniş pencereden bakarak hayatı tanımlayan yeni bir nesil inşa edilir.  

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Okullar Başlarken...

Okulların açılmasına az zaman kala aileler kırtasiye masraflarının derdine düşmüş durumda. Ne alalım, ne uygundur, en kalitelisini nerede bulabilirim, aman sağlığına zararlı ürünleri almayayım derken bile çocuklar bizim o telaşeli halimize telaşeliler. Bir de bunlara "okulların açılmasına az zaman kaldı, tatilde tüm öğrendiklerini unuttun artık bir tekrar yapmalısın" söylemleri ekleniyor. Okulun sıkıcı havasını hatırlamak isteyen kim; dokunarak, koklayarak, keşfederek öğrenmek varken? Tüm bunlara şahit olan küçük kardeş belki henüz okul kokusunu almadan "okuldan kaçınmalıyım" fikrini yerleştiriyor düşüncelerine. Okuldan korkutan bizler miyiz? Eğitim sistemi mi? Yoksa çocuklar mı istemiyor öğrenmeyi?

Her insan öğrenme içgüdüsüyle doğar ve bu içgüdüyle yaşar. Öğrenmek istemeyen yoktur. Öğrenmeyi engelleyen duygular vardır. Öğrenme albenisini yitirmiştir. Hatalar sistemin içinde ve içimizdedir. Okuldan korkan, nottan korkan, yanlış yapmaktan ve dışlanmaktan korkan, otoritesizliğin dayattığı baskılardan dolayı saldırganlaşan çocuklar; yetiştirmek istemesek de okulu bu yanlışta önemli bir imge olarak kabul ederler.

Öncelikle bakış açısı...
Bunun için en başta bizlerin bakış açımızı değiştirmemize ihtiyacımız var. Var olan sistemi bir lego parçaları gibi söküp çıkartamadığımız, daha iyi bir forma getiremediğimiz için ilk olarak bizim bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Bakış açımızı değiştirdiğimizde çocuklar bizim baktığımız pencereden bakmayı da öğreneceklerdir.

Bakış açımız okulun illaki korkulması gereken yer olmadığı olmalıdır. Düşük not aldığında çocuğu cezalandırmayacağımız, olmalıdır. Çocuğa derslerden düşük not almasının ne yazık ki daha iyi okullar için gerekli ancak aile ilişkileri için önemsiz olduğu mesajını vermek gerekir. Nitekim öyle de olmalıdır. Birlikte öğrenmeyi en dolu şekilde yaşayabileceğimizi ancak sadece kitaplardan öğrenmenin desteklenmeyeceğini bilmesi gerekir. Aksi taktirde ne kadar antisosyal gençlerin var olacağını kestirebiliriz.

Okul konusunda elbette tek başımıza, çocukların zihninde okul korkusunu yenemeyiz. Bu konuda öğretmenlerle işbirliği yapmayı öneriyorum. Ebeveynlerin bu konuda aile ilişkilerini zedelemeyecek yaptırımlarda bulunması, okulu öğrenmenin gerçekleşeceği tek yer olarak algılamaması, çocuğun özelliklerinin farkında olması, ona da kendini fark etmesinde yardımcı olması, çocuğun yanında olduğunu onu destekleyeceğini ona hissettirmesi yapılabilecekler arasındadır.

Okulların açılmasına az bir zaman kala çocukların "az kalmış" tatillerinin keyfini çıkarmasına izin verin. Onu tamamen serbest bırakın demiyorum. Özgürlüğü yaşamasına izin verin. Birlikte kaliteli zaman geçirmeye devam edin. Yaklaşan farkındalıktan yoksun eğitim sisteminin gelişini her gün hatırlatmayın. Tamir yaparken elektriğin tehlikesinden bahsedin. Resim yaparken renklerin karışımından bahsedin. Yemek yaparken ölçüleri anlatın, orantıyı açıklayın. Çocuk öğrendikçe merak edecektir. Daha detaylı bir şekilde okulda öğreneceğini söyleyin. Korkularını tırmandırmayın. Meraklandırın. Sakinleştirin. Güven verin. Sevdirin. Hazırlayın. Çocuklarınızla siz de eğlenin.






20 Temmuz 2014 Pazar

Yapabilirsin!

Öncelikle son zamanlarda aldığım tebrik maillerinin mutluluğu ile sadece tebrik edenlere değil tüm okuyucularıma teşekkür ediyorum. Her ne kadar bu beni onore etse de yazmaya devam etmem, bu bloğu oluşturduğum zamanlardaki içsel motivasyonumla aynı güdüden ileri gelir. Zaten insanı şevkle ileri iten güç de insanın içinden doğan güdü değil midir?...

Her insan yaratılış itibariyle iyiye, güzele, başarıya meyleder. Küçük çocuklara baktığımızda onlar hayattaki herhangi bir adımı yapabilmeyi başarı olarak nitelendirirler. Hatta "başardım, başardım" diye nara atan çocuklar görebiliriz ancak böyle yetişkinler yok denecek kadar azdır. Günümüz gençlerinin birbirlerine "paranı alıyorsan dert etme, iş yürür gider, neden kendini yorup uğraşıyorsun ki?" bencillik kokan cümleleri hiç de yabancı olmasa gerek. Peki içimizde ne ölüyor?

İçimizde ölen güdülenme, adanmışlık, amaç sahibi olma olabilir; ancak en önemlisi içimizde ölen yaşama sevincidir. Birbirine bağlı değil bağımlı olan ve bu şekilde yaşayan bizim gibi toplumlarda "güdü kirlenmesi" diye isimlendirdiğim kavram oldukça çok görülür. Güdü kirlenmesini, kişinin ihtiyaçlarını hiçe sayıp başkaları tarafından kendisine dolaylı ya da direkt olarak dikte edilen birtakım ihtiyaçların (çoğu zaman kişinin kendi ihtiyaçlarıymış süsü verilerek sunulan) amaç olarak nitelendirilmesi ve bu amaca güdülendirilmesi olarak düşünebiliriz.

Çocukların doktor olmasını isteyen (zamanında farklı sorunlu noktalar hasebiyle doktor olamamış) ebeveyn, çocuğuna sürekli tıp alanının pozitif noktalarını anlatıp negatif noktaları es geçiyorsa burada baskıyla birlikte bir güdü kirlenmesi vardır diyebiliriz. Çünkü ebeveynlerin çoğu "çocuğum kendi istediği mesleği seçemiyor, ben de ona yardımcı oluyorum" derken aslında yaptığı başka bir hatayı itiraf ediyor: çocuğa istemediği mesleği seçmek için gerekli yaşantı vermemesini.

İletişim gücü zayıfken psikolog olmuş, oyuncu olmak isterken memur olmuş, bilim insanı olmak isterken ev hanımı olmuş(çok dallı budaklı bir konu farkındayım), büyük bir şirkette çalışmak isterken kendi küçük işletmesini kurmuş, ticarete atılmak isterken çalışan olmuş niceleri var bu ülkede. Bunun nedeni ise yarının yetişkinlerine ne yapmak istediklerini sormuyoruz. Bu dikte etmeler, istemedikleri hayatları yaşayan bireylerle birlikte başarısızlık duygusu, olaylara negatif bakmak, sorumluluktan kaçınmak, öfke kontrolsüzlüğü, kimi zaman boyun eğmek, yaşlılıkta ise dikte etme görevini devralmak gibi hastalıklı davranışlara yol açıyor.

Öngördüğüm bir durum var ki o da, zamanında baskıcı aile olunmamalı ikazlarıyla aşırı özgür aileler nasıl türedi ise, çocuğumu zorlamamalıyım istediği hayatı yaşasın derken ona istediği işi denemesi için yıllarca emek veren -belki sömürülen- ebeveynler ile nihayetinde kendi ayakları üzerinde duramayan sorumsuz yetişkin yaştaki bireylerin türemesidir. İşte bu nedenle özgür bırakmakla, yüreklendirme ve rehberlik etmeyi iyi ayırt etmek gerekir. Ebeveynlerin nerede destek olup nerede "burası artık senin tek başına yürüyeceğin kısım" demesi gerektiğini iyi bilmesi gerekir. Bu da ebeveynlerin insan gelişimi hakkında az çok bilgilenmesi ile gerçekleşebilir.

İmkanım yok, ben yardımcı olamam diye yakınan ebeveynlerin aslında elini taşın altına sokmak istememesi ya da "ben zorluk çekerek bu noktalara geldim bu yaşa, çocuğumda zorluk çeksin böylece sorumluluk sahibi olur" demek aslında gençler/çocuklar tarafından "ailem bana inanmıyor" olarak algılanıyor. Her ilişkide olduğu gibi yine açık olmak çözüm getirebilir inancı içindeyim. Elbette belki ticarete atılmak isteyen bir çocuğunuz olabilir ve maddi gücünüz bunu desteklemeye yetmeyebilir. Ancak bu çocuğunuza olmak istediği kişi olmaması konusunda dikte etme hakkını size vermez. Bu durumda gidip kredi çekmeniz de mantıklı bir adım olmayabilir. Ancak ona "imkanım bu ancak sen bu işte kendine inanıyorsan ben de sana inanıyorum, sen elimizdekini en iyi sermayeye çevirebilme gücüne sahipsin, yapabilirsin, yeter ki çabala" demek belki de vermek istediğiniz onlarca paradan daha değerlidir. Ya da akademik başarısı yüksek olmamasına rağmen oldukça yetenekli gençlerimize "hobilerle karın doymaz" demek yerine "hobi olarak nitelendirdiğin bu uğraşının işin olmasını ister misin? Bunun seni mutlu edeceğine inanıyor musun?" diye sormak çok daha verimli bir yönlendirme cümlesi olacağı açıktır.

Eğer ebeveynler çocuklarından sadece okula gitmesini değil kendilerini tanımaları için gerekli çabayı sarf etmesini isterse ve onları bu konuda desteklerse geleceğe daha emin adımlarla ilerleyen gençler yetiştireceğimize inanıyorum.

Tüm bu süreç dahilinde çevremizdekilere hatta her gün önce kendimize "yapabilirsin" demek insanı yüreklendirir. İçsel motivasyonunu arttırır. İnsan içsel motivasyonla daha hızlı kürek çekerken küçük yorgunluklar yaşasa bile bu yorgunluk zamanlarında bir kelime ile gücünü yeniden toplayabilir. Bir yakınından bu kelimeyi duymak insana daha hızlı kürek çekmesi için şevk verecektir. Ancak insan ilgi duymadığı, yüzmek istemediği denizlerde kürek çekerken en küçük yorgunluğunda dahi "zaten bunu hiç istememiştim ki" cümlesine sığınır. Hatta suçlu bile tayin edebilir. Belki de bu yorgunluğun patlama noktasına gelmesine ve ardından nereye gideceğini bilmeyen insanların varlığına seyirci oluruz. Çözüm herkes için kolaydır. Çünkü "yapabiliriz".

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Özgürce Öğrenin!

Ivan Illıch'in Okulsuz Toplum adlı kitabını halen yazmakta olduğum kitabıma ilham olması niyetiyle sınav haftama rağmen tekrar elime aldım. Ancak Illıch bana bloğuma konu seçmemde ilham kaynağı oldu. Kitap okulsuz bir toplumu anlatırken okulun ne gibi olumsuz etkileri olduğunu savunuyorken ben bu etkilerin minimize edilmiş günlük hayattaki örneklerinden bahsedeceğim.

Okulsuz bir toplum düşüncesi her ne kadar ideolojik olarak konuşulsa da bunun uygulamaya geçmesi hayli zordur ve okul sosyalleşmeye yardımcıdır. Bunun aksine ise okulsuzluk eğitimsizlik demek değildir. Çocuklar okul harici hayatlarında da farklı öğrenmelerle karşılaşabilirler. Önemli olan bu öğrenmelerin fayda sağlıyor olmasıdır. Okul ve sınıf içinde öğrenciler için yapılması gereken aktivitelerin neler olduğu eğitimcilerin uzmanlık alanı olup, bu konuyu daha fazla dallandırmadan ebeveynlerin yapması gerekenlerden bahsedelim.

Okullarda birbirleri ile yarış halinde olan ve başarılı olmak için aynı öğretileri aynı şekillerde yapmak zorunda olan çocukların eğitimden ne kadar soğuduklarını ve eve geldiklerinde ne kadar bezmiş oldukları bilinen bir gerçektir. Ne yazık ki bu çoğu ailede eve gelen çocuğun artık kendini derse ve eğitici herşeye kendisini kapatması anlamına geliyor. Çoğu çocuk hayatı boyunca kullanacağı bilgileri öğrenmek yerine zamanını çoğu eğitici olmayan oyunlarla harcıyor. Bir de madalyonun diğer yüzü: baskıcı aileler... Onlar çocuklarını başarılı olmaları için var güçleriyle zorlar ve ortaya sosyalleşemeyen, hayatlarındaki anlamlı tek şey kağıt kalem olan çocuklar çıkar.İki durumda hastalıklıdır. Birinde sorumluluk almak istemeyen hatta zamanla sorumsuz, diğer durumda ise asosyal gençler yetiştirmiş oluruz.

Halbuki amaçladığımız yeterli teorik bilgiyi hayatlarına entegre etmiş bireyler yetiştirmektir. Bu amaca ulaşmak için tep tipleşmeye neden olan eğitim sisteminden sıkılmış çocukları eğlenceli ve eğitici aktivitelerle harmanlamak gerekir. Çocukları bu aktivitelerle baş başa bırakmak onların amaçtan sapmalarına neden olmakla birlikte yeterli rehberliği alamamalarına da sebep olabilir. Bu nedenle kendilerine rehberlik yapacak bireylerle birlikte çalışmalar yapmak onların daha hızlı eğitim almalarına yardımcı olur.

Örneğin resim dersinde ana ve ara renkleri öğrenen öğrencilerin bunları not etmesi tamamen teorik bilgidir. Teorik bilgi ise çok çabuk unutulur. Bilgilerin daha kalıcı olması için, uygulanması, çocukların farkındalığını arttırmak için ebeveynleri olarak çocuklarınızla birlikte resim yapın, renkleri karıştırın, onların renkleri ana ve ara olarak ayırt etmelerinin keşfini izleyin.

Ya da başka bir örnek... Kelime hazinesi zayıf öğrenciler için kitap okuma egzersizleri yaptırılır. Evet kitap okumanın birçok faydasından biri de budur. Ancak çocuk kelimelerle daha haşır neşir olması için hikaye yazma, günlük tutma, kelime oyunu oynama gibi etkinlikler de yapılabilir.

Mutfakta yemek yaparken "içeriye geç ve ben yemeği hazırlayana kadar televizyon seyret" sözcükleri çoğu evde yankılanır ancak mutfakta suyun kaynamasını seyreden bir çocuğa siz fen dersini sevdirebilirsiniz. Çocuğun bunu gözlemleyerek tecrübe etmesi başıboş bir şekilde televizyon kanalları arasında dolaşmasından yeğdir.

Düzenli ve planlı okul eğitiminin üzerine ilgi duydukları, merak ettikleri, sizlerin rehberliğinde dokunup teneffüs edebildikleri öğretileri çok daha kalıcı bir şekilde hafızalarına yerleştiren çocukların; sizlerin tüm plansız eğitmelerinizi dahi beyinlerine çivi gibi çakabileceklerinden bahsediyorum. Belki Illıch'in birçok düşüncesine katılmama rağmen okul da gereksizdir diyemem ama emin olduğum bir şey var ki o da ebeveynlerin sevgi ve ilgisiyle merak ettiklerini çok daha verimli öğrenebilen çocukların varlığıdır. Bu bilgiler ışığında söyleyebileceğim son söz yetiştirdiğiniz çocukların sizlerin her hareketini kopyaladıklarının bilinci içinde davranışlarımıza daha fazla dikkat etmemiz gerektiğidir.



17 Mayıs 2014 Cumartesi

Evrensel Çocukluk

Geçtiğimiz ay yaptığım umre ziyaretim dolayısıyla birçok farklı ülkeden çocuklarla karşılaştım. Farklı ülke çocuklarının birlikte oyunlar oynadıklarına şahit oldum. Aynı dili konuşamayan çocukların anlaşabilecekleri bakışlarla birbirlerine baktıklarını gördüm.
 Bu gördüklerim bende "evrensel çocuk" kavramını beynimde şimşek hızıyla oluşturdu. Eğer her milletin ayrımını yapma yüzsüzlüğünü gösterebiliyorsak, "evrensel çocuk" kavramıyla da hatamızı bir nebze telafi edebiliriz diye düşünüyorum.
Evrensel çocuk dünyadaki her çocuğun istinasız gösterdiği davranışları sergiler. Tüm çocuklar gibi ilgiye sevgiye ihtiyacı vardır. (Aslında her insanın ilgi ve sevgiye ihtiyacı vardır.) Eğer siz onlara sevginizi ve ilginizi vermezseniz -aynı yetişkinler gibi- sizi bırakıp kendileriyle ilgilenecek, ilgilerini çekecek diğer uyarıcılara yaklaşacaklardır. Siz arkadaşlarınızla konuşurken çocuğunuz sizinle değil arkadaşlarıyla ya da yabancılarla ilgilenmeye başlayacaktır. Çocukların dünyayı algılaması açısından serbest bırakılması başka insanlarla iletişim kurması taraftarıyım. Ancak iyi bir ebeveyn her zaman çocuğu ile ilgilenir, arkadaşlarıyla konuşurken bile, gözünü çocuğundan ayırmadan... Siz ilginizi ve sevginizi taşa taşa verin, yeri gelince direkt yeri gelince dolaylı.
 Farklı renkte farklı kültürden gelmiş ailelerin çocuklarıyla ilgilendiğimde ne dediğimi anneleri bile anlamasa da bana gülümseyen, el sallayan çocuklarla karşılaşmanın sizde oluşturduğu duygu durumu oldukça farklıdır. Gözden kalbe giden bir yol varsa o da budur. Elimdeki kitabı almak isteyen çocuğa bir el oyunu ve bir krakerle ilgisini dağıtmak bile mümkün. Bazen konuşmaya bile gerek kalmıyor.Öyle ki bu sadece davranışlarınız ve beden dilinizle eğitimin mümkün olduğu düşüncesini oluşturuyor. Kaldı ki kızdığınızda tehditkar cümleleriniz değil cezalarınız, davranışların önünde engeller olabilir. Çocuklarla konuşmak onlara doğru davranışları nedenleri niçinleriyle anlatmanın en güzel yöntem olduğuna inansam da, en etkili yol şüphesiz ki bu doğru davranışları sergilemek olacaktır. Sözleriniz önemlidir ancak yaptıklarınız daha detaylı akıllarda kalır. Daha çok davranışlara şekil verir. Her dünya çocuğu ise gördüğünü kaydeder.
  Dünya üzerinde yaşam standartları farklı milyonlarca aile var. Maddi imkanı ne kadar yüksek olsa da kendini eğitememiş bireylerin çocuklarının da erdemli davranışlar sergilemekte zorlandıklarını gördüm. Bunun aksine maddi imkanı düşük olmasına rağmen eğitim ile kendileriyle birlikte çocuklarını da eğiten ailelerin varlığına şahit olmak zor olmasa gerek. Hangi davranışı neden yaptığını bilen, yaşıtlarına göre bilinçli çocukların ebeveynlerinin onlarla ilgilendiğini, onlara rehberlik yaptıklarını izledim. Eğer bir ülkede daha fazla mükemmele yakın bireylerin var olmasını hatta ve aksine artık globalleşmiş bir anlayışa sahip olmamız gerekir ki, dünyanın daha fazla yaşanabilir olması için mükemmele yakın bireylerle dolup taşmasını istiyorsak daha erdemli bireyler yetiştirmeliyiz. Bunun yolu da daha eğitimli olmamızdan geçiyor.
 Evrensel çocuk kavramıyla birlikte "evrensel düşünebilen yetişkin" kavramını içselleştirmeli; bu kavrama uygun bireyler olmalı ve bireyler yetiştirmeliyiz. Bunun için doğan her çocuğun aslında bir dünya vatandaşı olduğunu bilmeli, buna layık yetişmesi için elimizden geleni yapmalıyız. Gerektiğinde onlarla konuşarak; gerektiğinde davranışlarımızla örnek olarak; her zaman ilgi, sevgi ve bilgimizle...

11 Nisan 2014 Cuma

Özgüvenli Kal

Günümüz dünyasında her ne kadar çocuklar özgür yetişse de özgüven eksikliği yaşayan çocuklarımız olabiliyor. Bunun önüne geçmek için birkaç önemli noktaya dikkat etmemiz yerinde olacaktır.
Öncelikle birçok yetişkini motive ederken dahi kullanılan bunu yapabilirsin mesajını çocuklar için de kullanmalıyız. Çocuklara kendi işlerini kendilerinin yapabileceğini söylememiz gerekir. Başarıya yönelik cümleler bireyde olduğu gibi çocuklarda da bir işi yapmaya olan inancı, dolayısıyla özgüveni arttırır. Elbette sadece sözle hareket etmek yeterli olmayacaktır. Onlara inandığımızı hissettirmemiz de gereklidir ve bunun yolu davranışlarımızla bunu aksettirmek olacaktır. Bunun için çocuklara çocuk olduklarını hatırlatmak yerine yapabilecekleri görevleri vermek faydalı olur. Örneğin "aman kırarsın ben getiririm" yerine "bence bu bardağı sen getirebilirsin, yardım edebilir misin?" cümlesi çok daha pozitif ilişkilere gebe ve özgüven arttırıcı adımdır.
Benzer şekilde, sorumluluklar vermek hatta sorumluluk alması sağlanarak özgüven geliştirilebilir. Çocuklar kendi sorunlarını kendileri çözebilirler inancı vurgulanmalıdır. Okulla, arkadaşlarıyla yaşadıkları sorunlarda onları dinlemek "belki şu yöntem çözüm olabilir ancak senin kendi kararın" cümlesi kullanılmalıdır. Kültürümüzün aşırı koruyucu bir aile yapısına sahip olması hasebiyle çocuklarımızın sorunlarını her daim çözmekle kendimizi sorumlu ilan ediyoruz. Halbuki bu davranış özgüven eksikliğine ve kendi meselelerini kendileri çözemeyen kişiler olmalarına neden oluyor. Yönlendirmekten ziyade ben dilini kullanın. "Doğru olan davranış budur, bunu yap" yerine "bu yaptığın davranış beni rahatsız ediyor, insanları rahatsız etmek onların özgürlüğüne ket vurur, engeller" demek daha yapıcıdır.
Özgüven sahibi çocuklar için topluluk içinde azarlamadan uzak durulmalı, sık sık ceza verilmemelidir. Cezalar ödüllerle denge halinde olmalı ve ceza ödül kavramları en sık başvurulan yöntem olmamalıdır. Fazla ödül olan çocuk aşırı özgüvenli (belki kibir düzeyinde), fazla ceza alan çocuk da "ben nasıl olsa yapamıyorum" anlayışına bürünüp özgüvensiz olabilir.
Toplumumuzda en çok görülen hatalardan biri de kıyaslamadır. Çocukların her biri ayrı bir dünya ayrı bir yetenektir. Birbirlerini geçemezler çünkü hepsinin kulvarı farklıdır. Kıyaslama yerine birbirlerini nasıl tamamlayacakları düşünülmelidir. Kıyaslamaktan çok onları var olan hünerleriyle birlikte sevin. Yapabildikleri ve yapamadıklarıyla onları yargılamayın. Zaten her insan dünyada yapabileceği her şeyi öğrenme arzusu ile doludur. Yapmak istediklerini ve yeteneklerini icraata geçirmek için çabalayacaktır. Ebeveynlere düşen bunu desteklemek ve birlikte doğrusunu yapmak için kolları sıvamaktır.
Çocuklarınızın duygularını, korkularını, endişelerini dikkate alın ancak abartmayın. Onların başarma motivasyonlarına set çeken duyguların neler olduğuyla ilgilenin. Bu duyguların neler olduğunu bildiğiniz vakit kuracağınız duygusal iletişim daha kuvvetli ve isabetli olacaktır. Bu sebeple aile içinde iyi dinleyici olmaya gayret edin.
Son olarak her zaman her konuda olduğu gibi eşler arası çatışmaların yıkıcı etkilerinin olduğunu hatırlayın. Eşler arası çatışmanın daha içine kapanık daha özgüvensiz çocuklar yetiştireceğini bilin. Ebeveynlerden sadece birinin olumlu davranışlarda bulunmasının yeterli olmadığının, farz-ı misal sadece annenin iletişimde güçlü olmasının  çocuğun babaya karşı ürkek davranışlardan kurtarmaya yeterli olmadığının farkında olun. Bu konuda ne yapabileceğinizi eşinizle konuşun, gerekirse birbirinizi bilgilendirip yönlendirin.


22 Şubat 2014 Cumartesi

Bilim Okuryazarlığı

Bilim okuryazarlığı, bilimin herhangi bir dalıyla ilgilenme, araştırma, okuma, anlama ve yorumlama yetisine sahip olmak demektir. Bilime okuryazar olmuş kişiler, eğitim düzeyleri ne olursa olsun; bilime ilgi duyan, sorgulayan, öğrenmeye çalışan, beynini bir bilgi için maksimum düzeyde kullanan kişilerdir.
Kapitalist düşüncenin ve yaşam tarzının yayılmasıyla birlikte bilim okuryazarlığı, gelişen dünyaya rağmen önemsenmemiştir. Ancak bilim okuryazarı olmamızın gerekliliği su götürmez bir gerçektir. Bilim her adımıyla hayatı daha farklı kılarken, bilim okuryazarlığı insanın düşünsel yetisini arttırır, yorumlama ve algılama dünyasını geniştir. Bilim, insanlığa psikolojik ve fiziksel anlamda yenilikler sunarken, doğru adımlar atması yine insanların iradesine bağlıdır. Bilimin en doğru şekilde kullanılması için onu bir hamur gibi doğru şekillendirmemiz gerekir. Bu şekillendirmeyi yapabilmek için öncesinde doğru bilgiye sahip olmak şarttır. Bilime kendini adamış kişiler bilim okuryazarı olabilir, toplumların bilimle ilgilenmeyen kısmı bilim okuryazarı olmak zorunda değildir." demek dünya üzerindeki her gelişmeyi sadece belli bir kesimin seçimine bırakmak demektir. Ben bunun aksini düşünüyorum. Her birey her bilgiye sahip olamaz ancak her birey insanlığa yarar sağlayabilecek bir fikre bir görüşe sahip olabilir ve her birey bilimin etik ve ahlak çerçevesinde değerlendirilmesinde fikrini beyan edebilme hakkına da sahiptir. Bilim okuryazarı olmak, her bireyin hayata dair bilgilenmesini ve bu bilgileri günlük hayatta kullanmasını sağlar. Bu nedenle bilim okuryazarlığının önemi büyüktür.
Bilim okuryazarlığının önemi bilinmesine rağmen bir çok toplum bilimi sevdirememiş, bilimin doğru bir eğitimle verilmesi sağlanamamıştır. Bunun için öncelikle yetişkinlerin, kendi anlayışlarını rayına koyup, yeni nesile nasıl davranması gerektiğini bilmesi gerekir. Öncelikle bilim sadece matematik, fen, edebiyat değildir. Bilimi anatomide bir enerji, resmin içindeki bir dağın madeni ve jeolojik bilgiler gibi farklı anlayışlarla bakabileceğimiz öğretiler olarak görmemiz gerekir.
Bilim okuryazarı çocuklar yetiştirmek için öncelikle evimizde yaşamın içinde bilimin birçok dalı olduğunun farkındalığını oluşturmamız şarttır. Kaynayan sudan, erken eriyen açık renk boya kalemlerine, deterjanların içerdiği maddelere kadar, birçok davranışımızı nedenleri ve niçinleriyle anlatmamız şarttır. Ayrıca anlatırken bilgilendirdiğimizden de emin olmalıyız. Bu yöntem bilimi ders olarak değil, hayatın bir parçası olarak gören bir neslin inşasına yardımcı olacaktır. Öğretmenlerinde derslerde bu yöntemi uygulaması hem ilgi çekici ve derse odaklayıcı hem de kalıcı bilgiye ulaşmayı kolaylaştırıcı bir niteliğe sahiptir.
Yaşama görelik ilkesinin uygulanmasının dışında, bilimi bilimlerle entegre halinde öğrenmek gereklidir. Fizik  tarihle; kimyayı jeolojiyle bütünleştirmek daha akılda kalıcı daha merak uyandırıcı ve bilimi sevmeye daha yakın olan bir yöntemdir.
Bilim okuryazarlığını arttırmak için, düşünmeye odaklı bir toplum olmalıyız. Bunun yolu da okumaktan geçer. Daha çok okumak daha bilgili olmakla birlikte daha sağlam araştırmacı olmayı da beraberinde getirir. Bilimle ilgili dergiler, kitaplar okumak; bilmediğimiz noktalarda insanlara sormaktan çok araştırıp okumak, bu davranışları çocuklarımıza ve kendimize aşılamak bilim okuryazarlığına giden bir yoldur.
Tüm bunlarla birlikte bilim okuryazarları bilimi doğru kullanabilen kişiler olma yolunda ilerlemelidirler. Bunun yegane yöntemi ise erdemli birey yetiştirmektir. Evrensel ahlak kurallarını içselleştirmiş, kendi ülkesinin gelişimiyle birlikte tüm dünyadaki insanların barış ve refah içinde yaşamasını benimsemiş bireyler olmaları gerekmektedir. Bu çerçevede yetiştirilen bireylerin, gelecekte ne iş yaparlarsa yapsınlar mesleklerinde daha fazla faydalı olmaya odaklanmış bireyler olmaları öngörülür. Bilim okuryazarı olma yolunda ilerleyen, dünyaya ahlak çerçevesinde nice başarılar atan, atalarından başarılı insanoğlunun yetişmesi temennisiyle...

3 Ocak 2014 Cuma

Otoriter & Eğlenceli Eğitimci

Yüzyıllarca otoriter ve disiplin ile iyi eğitim verildiği iddia edildi ve dünya üzerinde yüzyıllarca eğitimciler otoriter olmak gerektiğini düşünüp kendilerini bu yönde eğittiler. Son zamanlarda tamamen otoriter olmak gerekmediği, çocukların eğitimi sevmesi ile daha kalıcı ve verimli öğretim yapılacağı, be nedenle otoriterden ziyade, sevgi ve eğlence endeksli eğitimin daha güzel ve başarılı bir eğitim sistemi oluşturacağı yönünde düşünceler kuvvetlendi.
Bu iki zıt düşünce eğitimcileri ayırdı. Çocukların şimdi bu iki tür eğitimciye de farklı tepkiler verdiğini görmek zor değil. Otoriter eğitimciler ile mesafeli bir ilişki söz konusuyken, izin verici ve oyun endeksli eğitimciler ile samimi ve çoğu zaman sınırları belli olmayan ilişkiler peyda olmuştur. Her iki yaklaşımında hatalı yanları ve faydaları mevcuttur. Eğitimcinin hangi tarza sahip olması gerektiğini savunup bunu ispatlamak için örnekler sunan bir düşünce çerçevesinden sıyrılıyorum. Bana göre her iki görüşünde pozitif ve negatif yanlarını kestirmek, bu nitelikleri göz önünde bulundurarak eğitim vermek daha verimlidir.
Ancak bu görüş için her iki yöntemin doğrularını ve yanlışlarını iyi analiz etmeli, neyin gerekli olduğu konusunda sentezi doğru yapabilmeliyiz. Öncelikle sınıf kontrolü konusunda eğlence bazlı eğitimcilerin ciddi sorunu olurken disiplin bazlı eğitimcilerde de zorlama mevcut olduğundan isteksizlik akabinde de verimsizlik mevcuttur. Buna nasıl engel olmamız gerektiğini şu şekilde çözebiliriz. Neden eğitim verildiği konusunda öğrencileri bilinçlendirirsek isteksizlik yerini başarıya bırakabilir.
Eğlence bazlı eğitim veren eğitimciler ilgi çektikleri için dikkatleri kolay toplarlar. Ancak sürekli eğlence bazlı eğitim vermek kolay konsantrasyon bozulmasına, dikkat için sürekli dışsal güdüye ihtiyaç duyan bireylerin yetişmesine neden olur.
Eğitimcinin dikkat çeken faktörleri kullanması konusunda profesyonel olması lazım gelir. Disiplin bazlı bir eğitim olması şarttır. Ancak arada farklı unsurlar ile farklılık katmak olmazsa olmazdır. Bir örnek ile pekiştireceksek, ortalama bir öğrenci 20 dk. içinde dikkatini kaybeder. Ancak dikkatin kaybolmasını öne sürerek mini dersler işlemek hatadır. Çünkü her ara beraberinde yeniden odaklanma süresini uzatır. Mini dersler yerine bütün bir dersi disiplin içinde işlerken dersin koptuğu, ilginin azaldığı noktalarda eğitimcinin eğlence dolu öğretmen olması gerekir. Bu nokta eğitimcinin kültürüne, becerisine ve sınıf düzeyine bağlı olarak değişir. Aynı yaş grubunda aynı sosyo-ekonomik ve kültürel düzeye sahip öğrenci gruplarında bile farklı yaklaşımlara sahip mini öğrenci grupları mevcut olabilir. Burada öğretmenin yapmaması gereken dikkati dağılmamış, öğrenme hevesi olan sınıf ortamında gerekmediği halde, kendini ve dersi sevdirmek adına eğlence bazlı aralar vermektir. Bu sevdirmekten çok soğutur.
İkinci yapılmaması gereken öğrenci gruplarının düzeyine uygun aktiviteler verilmelidir. Sosyalliği zayıf öğrenci gruplarına daha sosyal olmalarını sağlayan, özellikle grup çalışmasına dayanan etkinlikler vermek, sosyalleşme konusunda zayıf olmayan öğrenci gruplarına daha bireyselliğe ve profesyonelliğe yönelik çalışmalar ile görevlendirmek gereklidir. Eğitimcinin bu farkı ayırt edebilecek olgunlukta olması gerekir.
Eğlence ve disiplin bazlı eğitimlerin farklılıkları, uzlaştıkları noktaları, ideal davranışları anlatmaya diğer yazılarımında devam edeceğim..